23 Şubat 2011 Çarşamba

Bir Efsane; Matthew Le Tissier

Bir futbolseverin "7 numara" deyince aklına gelecek isimler aşağı yukarı bellidir. Yakın dönemden Eric Cantona, David Beckham ve Raul başta sayılabilecek isimlerdir. Eğer biraz daha eskiye gidecek olursak Alman atom karınca Litbarski,  İskoç golcü Kenny Dalglish ve Real Madrid' in unutulmaz isimlerinden İspanyol Emilio Butragueno da bu isimlere eklenebilir. Bir de -kendi takımında 10 numarayı giydiği için- kimse pek dillendirilmese de, benim aklıma İtalya Milli Takım formasıyla 7 numarayı giyen Del Piero gelir. Ama aslında liste bu isimlerle sonlandırılmamalıdır. Bir efsane 7 numara vardır ki  futbol tarihinde yeri doldurulacak cinsten değildir. Onun adı Matthew Le Tissier' dir.

Matthew Le Tissier diğer yıldız futbolculara pek benzemez. Kendisi karizmatik olmayan eğri büğrü bir yüz şekline, kemerli, ucu kalın burna, kocaman kulaklara ve sıradan bir saç tipine sahiptir. Surat ifadesi 30 yaşından sonra futbol topu gören adamları andırmaktadır. "Le God" lakaplı Le Tissier 1968 yılında Birleşik Krallığa bağlı Guernsey Adası' nda (Manş Denizi' nde) dünyaya gelmiştir. İsmini Fransızca zannetmeniz normal. Zira kendisinin doğduğu muhitte Fransızca yerel bir dilmiş. Le Tissier meşin yuvarlağa küçük yaşlarda merak salar ve futbola amatör olarak Vale Recreation Kulübü' nde başlar. Fakat burada profesyonel olmaz. Zaten bu kulüp profesyonel bir kulüp değildir, istese de olamazdı. Ayrıca yaşı da küçüktür bu zamanlar. Le God' ın hem profesyonel hem de efsane olacağı kulüp Southampton' dur. Le Tissier Southampton' da yıllarını geçirir ve kendisi için gözden çıkarılan zamanın astronomik rakamlarına karşın tüm samimiyetiyle kulübünde kalmayı tercih eder.  Manchester United, Milan, Chelsea, Tottenham' ın büyüleciyi teklifleri onun aklını bir türlü çelemez. Profesyonel futbol yaşamında Le Tissier, Southampton formasından başka bir forma giymez. Bu sebeple "Le God"  Avrupa Kupaları' nda boy gösteremez. Fakat belli ki bu onun için pek mühim bir mesele değildi. Çünkü Le Tissier Southampton' un formasını giymeyi paraya ve şöhrete tercih etmişti.

Le Tissier elbette ki sadece bu yönüyle efsane değildir. O, ömrünüz boyunca görüp görebileceğiniz en güzel gollerin sahibidir. Bir adam bir tane çirkin gol atmaz mı? Yok arkadaş, atmamış. Arattım bulamadım. Youtube' da arama çubuğuna "Le Tissier bad goal" yazdım birşey çıkmadı. Gerçi ona benzer bir ibareyi Vedat İnceefe için yazınca da çıkmamıştı ama olsun. Tissier' in tabiri caizse "manyak" golleri vardır. Daha sıradan bir ifade ile anlatılırsa doğruluğu şüphe götürür. "Bam güm" diye vurmaz topa. Hani derler ya, ölçer biçer öyle dokunur topa. Bakın vurur demiyorum, dokunur. Çünkü ayıptır, yazıktır, bu adam için "topa vuruyor" dedirttirmem. Çok büyük haksızlık olur. Bugün "topa vurmak" deyince aklımıza gelen futbolcuların haddi hesabı yok. Le Tissier' i bu açıdan ayrı bir yere koymak lazım. Le Tissier gol atmak için topa dokunuyordu. Top da onun bu ince davranışını kaleciler için kendini fizana yönlendirerek ödüllendiriyordu.

Biraz da istatistik diyelim. Futbol topu Le Tissier' in ayağından 209 kez ağlarla buluşmuştu. Bu sayı onu lig tarihinin en golcü 12. futbolcusu yapar. Hatırlatmak gerekir ki Le Tissier bir orta saha oyuncusuydu. Belki de bu yüzden gollerinin büyük çoğunluğunu, mevkisine olan duygusal bağlılığından orta sahaya yakın yerlerden atıyordu. Şaka tabi, ama Le Tissier tam bir uzaktan şut uzmanıydı. Attığı gollerin önemli bir kısmı ceza sahası dışındandır. Kendisinin bir de kolay erişilemeyecek bir penaltı çizelgesi vardır. Kullandığı 48 penaltının 47 sini golle sonuçlandırmıştır. Yani Le Tissier' in oynadığı maçlarda Southampton ceza sahası içerisinde kazandığı faullerden penaltı değil, gol elde ediyordu. Gerçekten muazzam bir istatistik. Tüm bu futbol becerilerine, karakterli duruşuna ve efendiliğine rağmen  Le Tissier sadece 8 defa İngiliz Milli Takımı' nın formasını giydi. Aslında onun kariyeri boyunca takındığı tavrından bu duruma pek gocunduğunu zannetmiyorum ama yine de insan garip karşılıyor olayı. Rivayete göre bunun sebebi, Chelsea' nın manageri iken kendisini reddeden Gleen Hoddle' nin ondan "geçmişin hesabını sorma" isteğidir. Eğer sebep gerçekten buysa, Le Tissier' in Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonası' nda forma giymemesi  ile alakalı olarak Hoddle' a zayıf ingilizcemle bir kaç kelime söylemek isterdim. Gerçi doğanın döngüsü işte, kendisin de durumu pek parlak değil şuan.

Matthew Le Tissier 2002 yılının Mart ayında futbolu bıraktığını açıkladı ve aynı yıl içinde İngiltere All Star ve Southampton' un karşılaştığı, yaklaşık 35 bin kişinin yerinde izlediği bir jübile ile yeşil sahalara veda etti. "Le God" bu maçta, ilk yarıda All Star ikinci yarıda da büyük sadakat ile bağlı olduğu Southampton' un formasını son kez giydi. Efsanenin jübilesi İngiliz Futbol Tarihi' nin en görkemli jübilelerinden biri oldu. Adını İngiliz futboluna altın harflerle yazdıran bu futbolcu, tüm yönleriyle dünyanın da gelmiş geçmiş en iyi oyuncularından biridir.

Bu kadar anlattık. Artık göstermek gerek efsaneyi. İşte Matthew Le Tissier' in müthiş gollerinden bir demet;

22 Şubat 2011 Salı

Kaybolan Beşiktaşlılık

Tehlikenin kendisi asıl tehlike değildir. Asıl tehlike, tehlikenin gelişini fark etmemektir. Sanırım Beşiktaş' ın ya da Beşiktaşlılığın şuan içinde bulunduğu durum da aynen bu. Yanlış giden bir şeyler var. Ortalıkta konuşulanlardan daha farklı düşünmek gerekiyor.

Maçları kaybedebilir, arka arkaya kötü sonuçlar alabilirsiniz.  Ezeli rakibinizden öne geçtiğiniz maçta kendi sahanızda dört gol yiyerek mağlup olmuş olabilirsiniz. Avrupa' da işiniz mucizelere kalmış, ligde liderin fersah fersah uzağına düşmüş, maç kazanamaz duruma gelmiş, onun bunun ağzına sakız olmuş olabilirsiniz. Üstelik bu duruma birçok yıldız oyuncu transfer edip, kadronuzu adeta galaksiye çevirip, ortalığı ayağa kaldırdıktan sonra da düşmüş olabilirsiniz. Sorun değil, gerçekten sorun değil. Başarısızlıklar büyük kulüpler için telafi edilebilir şeyler. Kolay halledilir şeyler hem de.

Bu durumunuz taraftarlarınız için de hiç sorun değil, emin olun. Hele hele Beşiktaş taraftarı için. Lafı mı olur; başları üstüne. Mevzu siyah-beyaz ise geresi teferruattır. Beşiktaş taraftarı acıya dayanıklıdır. Kan kussa da kızılcık şerbeti içtim der geçer. Arkadaşları arasında alay konusu olur, üstüne gidilir, internet ortamlarında dalga amacıyla yazılan bir çok şeyle karşılaşır ama bunlardan kurtulmanın bir yolunu mutlaka bulur. Beşiktaşlılık Duruşuyla bulur, mizahi yönüyle bulur, kıvrak zekasıyla bulur. Geçmişten bir söz, geçmiş olaylardan bir anekdot ya da ona benzer bir şey... Karşısındakini biraz olsun düşünmeye sevk edebilir ansızın, yapabilir bunu. Beşiktaşlı olmak akıntıya karşı kürek çekmektir nasılsa, bunlar kolay işler Beşiktaşlılar için. Gerçekten sorun değil.

Öyledir tabi;  yorulmadan, usanmadan, gülerek yeri geldiğinde de kendi durumunla dalga geçerek akıntıya karşı kürek çekmektir Beşiktaşlı olmak. En başından, hayatınızın ilk tecrübelerinden gelir gariplikler eğer Beşiktaşlıysanız. Okul sıralarında, eğer BJK Koleji' nde okumuyorsanız ya da Beşiktaş' ta oturmuyorsanız, en az taraftarı Beşiktaş' ın vardır. Öğretmen "hadi bakalım Beşiktaşlılar parmak kaldırsın" dediğinde seninle beraber 3 kişinin eli ya kalkar ya kalkmaz. Çekinerek bakarsın sağa sola. Henüz yaşın küçüktür, az olmayı eziklik, itilmişlik sanarsın. Utanırsın belki de kendi halinden. Diğer takımları neden tutmadığını sorarsın kendine. Babana hayıflanırsın belki, neden beni Beşiktaşlı yaptı diye. Ama vazgeçemezsin de. Bir şey Beşiktaş' a bağlar seni, anlamlandıramazsın. Çözemezsin, çözsen cevap vereceksin kendine ve sana "neden Beşiktaş çocuk" diyenlere ama bilemezsin. Olmaz, cevabı bulamazsın. Hissedersin ama söyleyemezsin. 12 yaşındaki bir çocuksun neticede, aşkı nasıl anlatabilirsin...

Sadece Beşiktaşlı bir çocuk olmak mı zor? Baba olmak da zordur elbet. Bir Valerenga maçı hatırlıyorum İnönü' de. Yıl 1998. Avrupa Kupası eleminasyon maçı. Beşiktaş ilk yarıyı 3-0 galip tamamlıyor. Maç sonu 3-3, Beşiktaş eleniyor! Futbolcular Fulya' ya dönüyor. O sırada bir adam tellere yapışıyor, önünden geçen Şifo Mehmet' i kastederek "kaptan" diyor. Dönüp gitmek olmaz, halkın takımının kaptanısın sen. Şifo adama yaklaşıyor ve şunları duyuyor "kaptan maç 3-0 olunca çocuğu yatırdım. Sabah okulu var erken kalkması gerek. Şimdi evde uyuyor, ben sabah oğluma ne diyeceğim?" Az rastlanır böyle bir şeye. Kaptan sadece "haklısınız, ne deseniz haklısınız özür diliyoruz" diyerek karşılık verebiliyor. Onun da sesi titriyor. O babanınki de öyle bir sitem ki "bakın" diyerek başlıyor söze. "Baksana lan" diye değil. Böyle mazlumluk da olmaz hani. Efendilikten taviz verilmiyor. Küfür etmeden isyan etmenin en güzel örneklerinden birini sergiliyor. Boğazda cümleler düğümleniyor. Adamın tek derdi sabah oğluna yapacağı açıklama. Elenmek sorun değil de bir çocuğa nasıl anlatılır bu olay. Hele ki bir baba tarafından. Beşiktaşlı baba olmak da zordur velhasıl.

Beşiktaş neden tutulur bir türlü anlaşılmaz. En başarısız büyük takım da Beşiktaş' tır mesela. En az kupa Beşiktaş' ındır büyükler arasında. Derbilerden en az Beşiktaş galip çıkmıştır. En az gol kralını Beşiktaş çıkarmıştır. Milli takıma en az futbolcuyu Beşiktaş verir, her zaman, şaşmaz. Avrupa' da en başarısız takım Beşiktaş' tır. En saçma takımlara Beşiktaş elenir. En şansız, talihsiz anları Beşiktaş yaşar. Bir hakemin gol attığı tek takımdır Beşiktaş. En olmadık maçları Beşiktaş kaybeder. Tam "kazandık" derken Beşiktaş gol yer. Küme düşmesine kesin gözüyle bakılan Anadolu takımları çoklukla Beşiktaş' ı yenerler. "Bu takım adamı kanser eder" derler ya, o takım Beşiktaş' tır işte. Ta kendisidir.

Yukarıda da dediğim gibi, tüm bunlar sorun değil. Beşiktaş taraftarı bugünkü çilesiyle yeni tanışmıyor. Öteden beri tüm Beşiktaşlılar aşinadır bu gidişata. Yani bir yöneticiyseniz onlara ekstra bir açıklama yapmanıza gerek yok. Hatta gelin onlar sizi teselli etsin. Klasik bir söz olacak belki ama bizim için anlamlıdır; biz sevinmek için sevmedik. 7 senede bir şampiyon olsak, 2-3 senede bir derbi kazansak da yeter bize. Bundan hiç gocunmayız. Başarı bizim büyüklük tanımlamamızın pek yakınından geçmez. Çünkü büyüklük kıstası bu kadar değişken parametreler üzerine kurulmamalı. Her ne kadar Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray' dan başarısız olsa, derbilerde rakiplerine göre az galibiyet alsa daha az gol atsa da tüm bunlar 5-6 senede birden bire tepe taklak olabilecek istatistiklerdir. Tamam pek başarılı değiliz belki ama öyle dağlar kadar da fark yok arada. 5 sene sonra Beşiktaş' ın ezeli rakipleriyle şampiyonluk sayısını eşitle-yemeyeceğini, bu süre zarfında Avrupa Ligi' ni, Süper Kupa' yı alamayacağını kim garanti edebilir ki? Kabul ediyorum kolay şeyler değil ama gerçekleşmesi mantıksal ya da matematiksel açıdan bir problem teşkil etmiyor. Olabilecek şeyler yani. Başarısızlık dediğiniz 3-5 seneye telafi edilebilecek bir olgu. Demem o ki Fenerbahçe ve Galatasaray' ı, daha başarılı diye, Beşiktaş' tan büyük yapmaya kalkışmayın. Büyüklük 3-4 senede bir el değiştirecek bir şey değildir. Kaldı ki büyüklük yarıştırılacak bir şey değildir. Büyükler büyüktür, bu kadar basit. Büyüklük daha başka bir şeydir. İlke ve prensip meselesidir. 4 Büyükler' i büyük yapan da sadece kazandıkları şampiyonluklar, aldıkları kupalar değil, bu kulüplerin kendi vizyonlarına uygun olarak savundukları ilkeleri ve prensiplerdir.

İşte benim itirazım da bu noktada olacak. Beşiktaş' ın diğer büyük kulüplerden daha başarısız olması amiyane tabirle bize koymaz. Dedim ya; alışığız. Fakat alışık olmadığımız bir şey var. Bize bunun hesabını verebilirsiniz mesela. Beşiktaş' ın değerlerinin kaybolması, Beşiktaşlılık duruşunun unutturulması, kulübün ilke ve prensiplerini bir kenara bırakarak hareket etmesi tahmin ediyorum hiçbir Beşiktaşlının kabul edebileceği  bir şey değildir. Biz buna alışık değiliz, olamayız da...

Beşiktaş tüketici değil, üretici bir kulüptür.  Beşiktaş' ın gücü ve ağırlığı kendi özgücüne dayanır. Beşiktaş' ın özgücü altyapısı, yani "özkaynak" düzenidir. Ne zaman ki Beşiktaş altyapısını ikinci plana atar, gençlerin yeri A takımda azalmaya başlar, ne zaman ki milyon euroluk transferler Beşiktaş' ın hedefi olur, Karakartal piyasanın bir nüvesi konumuna gelir o zaman Beşiktaş açısından tehlike baş göstermiş demektir. Neden mi? Çünkü Beşiktaş büyüklüğünü parasından-pulundan, başarılarından ve kupalarından alan bir kulüp değil, savunduğu değerlerden alan bir kulüptür. Beşiktaş, doğruyu kazancın karşısında tercih ettiği için Beşiktaş' tır. Beşiktaş şerefli ikinciliklerin kulübüdür. Beşiktaş' ı diğer büyük kulüplerden başarılı bir konuma getirmek için "zafere giden her yol mübahtır" diyenler Beşiktaş' ın değerlerinin kaybolmasına vesile olanlardır. Bu affedilecek veya hoş görülecek bir durum değildir.

Beşiktaş' ın asıl tehlikesi öyle gazetelerde, medyada yazılan çizilenler veya spor yazarlarının bahsettiği gibi kaybedilen maçlar, alınan olumsuz sonuçlar değildir. Beşiktaş maalesef ki bugün marka olması hedeflenen bir kulüptür. Beşiktaş için asıl tehlike budur. Beşiktaş marka değildir. Olmamalıdır. Çünkü markalar alınıp satılır. Marka olan bir şey pazar malıdır. Markalara fiyat biçilir. Fiyat biçilen bir kurumun değerleri ve prensipleri olamaz. Marka, daima çıkarın ve rantın peşinden gider. Marka onurlu kaybetmeyi, şerefli ikinciliği bilmez. Marka olmak Beşiktaş' ı öbürlerine benzetmek, Beşiktaş' ı sıradanlaştırmak demektir. Kimsenin Beşiktaş' ı değer biçilecek bir meta haline getirmeye ne de sıradanlaştırmaya hakkı yoktur. Beşiktaş' ın prensipleri, ilkeleri paranın-pulun ve başarının çok çok önünde gider.

Kocaman bir değerler bütünü kısa ve orta vadeli kazançlar için yok ediliyor. Beşiktaş' ın geçmişi sahiplenilmiyor, geleceği garanti altına alınmıyor. Sadece bugün düşünülüyor, milyon eurolar hoyratça savruluyor. Herkes kendi adını kurtarmaya çalışıyor. Bunun gerekçesi olarak alınacak kupalar, kazanılacak zaferler gösteriliyor. Oysa buna karşın hep kaybediliyor hep kaybediliyor. Ama gerçek Beşiktaşlılar farkında ki kaybedilen sadece maçlar ve kupalar değil. Dedik ya; bunlar sorun bile değil. Gerçek Beşiktaşlılar kaybetmenin değil kaybolmanın derdinde. Ve asıl tehlikenin de bu olduğunun bilincindeler.